kuru dil

bir

dedim ki kendi kendime denizleri mi daha çok seviyorum, dağları mı? dağlar dedi biri içimde. belki o esnada toroslar’a bakıyor olmaktan belki hala yöresinde, zirvesinde kar tuttuğundan, bilemem. beklesem eteğinde, susuzluğum geçer mi, bilmem. mühim değil şimdi bu, nasıl ki gözden ırak, gönülden ırak, olmuyor işte, olmuyor öyle. gözümün önünde tutuyorum, ondan mıdır, her dövmenin, her izin bir sırası var ondan mıdır, karnımın içini dolanan kelebeklerin rakı sofrasına oturmuş olmasından mıdır, sofrayı benim kurduğumdan mı, benim toplayacak olmamdan mı…

hemen şişiyorsun, şişirmeyeyim diyorum, üfleyeyim azıcık da uçsun, üfleyemiyorum. temkin demektir üflemek, sütten yanan ağzı üflemek keser, yoğurt kesilir, kağıt kesilir, beyaza keser renkler kışın, bir delikanlı bir genç kızı keser, ne çok şeyi keserek hallediyor bu dil, baktım, tekrarladım, gördüm dilimi de kesiyor sözlerim, geri alıyorum.

iki

bir kovaya su alır, toprağın en yumuşak olduğu yere döker ve başlardık oynamaya. o tekniği bu tekniği filan değil, köy usulü, bildiğin, önce çamuru yap, şekil ver, güneşte kurut. kinetik kum, play-doh, keçeden doku kitabı da değil, eldeki imkanlarla, her yer benim oyun alanımsa madem diyerek işe koyulmak. nasıl olur da bazı çocuklar, diğerlerinden daha çok şey bilir, çocukları yaşıtlarıyla değil de akranlarıyla görüştürmek lazım belki. boşver, sözümü geri aldım, bu dünyada çocukları kimseyle görüştürmemek en iyisi. kendi çocukluğum da dahil olmak üzere bu dünyadaki ‘çocukça’ her şeyden vazgeçtim. asfaltta ölüyor çocuklar, zift yapışıyor üstlerine, hangi su, hangi sabun, hangi sabır, hangi sevgi çıkarır onu oradan? hiç

üç

kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere, kırk bir kere…

dört

göksel baktagir’in ‘gülru’ diye bir şarkısı var, inşallah benden başka kimse dinlemez.

beş

saati iki etmişiz, saat bizi.

altı

ben bu sandalyeden düşersem fena olur. gece gece taybet inan’ı düşünürken, bu sandalyeden düşersem çok fena olur. bu ülkedeki şişman, neşeli ve konuşkan diğer tüm kadınlar ya sokakta ya hastanede terk ediyorlar çocuklarını. bu ülkede hala yatağında ölen birileri kaldı mı merak etmiyor değilim. senin baban, benim babam, babalarımız, beş babanın beşi de bir değil bak, bak ne yazıyor ellerimde, bak ne yazıyor ellerim, ‘iyi su’dan yaptım çayımızı, makarnamızı, patatesimizi, varsa etimizi hep ‘iyi su’dan yaptım. ne geldiyse başımıza ‘iyi su’dan. suyun iyisi bizi hasta ediyor, bak ‘demiştin’ dersin ya da ‘dediydi’ dersin, önemli değil. bu sularda bir şey var, içtikçe ağrıyorum ben, bak ‘su’ diyorum.

yedi

daha bir mısır tarlasını boydan boya geçmişliğimiz yok, bu dünyanın sahipleri Kızılderililer ve onlar kendilerini bulundukları mevkiinin adıyla ayırırlar yalnızca. ‘Biz, biziz’ diyorlar, ‘biz Kızılderiliyiz, biz yerliyiz’ ya da o bu şu değil. Kızıl olan her şey gibi onların da sonu bir müzenin karanlık köşesinde, iki deri pabuç, bir heybe ve birkaç öteberiyle anlatılıyor meraksızlığımıza. Topraktan geldiklerini, doğanın dilini konuştuklarını, mısır yediklerini, şarkı söylediklerini, dini törenlerinde dans ettiklerini, daireler çizdiklerini, sadece ve sadece yaşama değer verdiklerini biliyoruz. Bir de toplarla, tüfeklerle, sanayi devrimi ve endüstriyel tasarım ürünleriyle yok edildiklerini. Şimdi koca kıtanın muhtelif yerlerinde verdikleri en büyük savaş obeziteye karşı. Sen binlerce yıl koca kıtanın altını üstüne getir, kara kışından, kör kuraklığına kadar dayan, gel iki sandviçin, iki hamburgerin, bir şekerli içeceğin pençesinde yaşam mücadelesi ver. Olmuyor ya böyle. Yazarken acıdı bak dizlerim, kızıl dizlerim, kızıl ellerim, iki eli kanda bu dünyanın ve hiçbir yere gitmiyor hala.

sekiz

‘alo’ sözcüğü nereden gelmiş diye baktım, yunanca’da ‘alla kai’ derdik, diğer taraftan manasında, öbürü, diğeri, öteki demekmiş zaten ‘allo’ latince’de ‘diğer taraftan’ anlamında. saati üç etmişiz, saat bizi. Bir de Kızılderililer (böyle söyleyince geçmişiyle barışmak üzere yola çıkmış bir ‘yeni abd’linin gözünde ırkçı algılanıyorsun) yani koca kıta yerlileri dil mevzusunu da şöyle çözmüş, gramere fazla takılmadan, kelime ağırlıklı gitmişler, bu da uzun vadeli gelecek planları yapmadıklarını, geçmişi bugüne acıtarak taşımadıklarını gösterir bence. yani şu, biz dili neden kullanıyoruz? yani şu an ben mesela, neden kullanıyorum? duygu dünyamı, kendimi ifade etmek için. ifade ederken de geçmişten, gelecekten ve şimdiden bahsediyorum, bolca gramer, bolca benzetme, bolca dil cambazlığı işte. oysa söz şöyle basit;

hava kötü, ben kötü, ben kuş.

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s