Daha ilk gün anlamıştın, iyi görmüyordu gözleri. Belki buna bir çare olma umuduyla attığın o ilk adımdan sonra sana adını söyledi, Mart. İşte bu her şeyi karşılıyordu. Bir kere bir anne nasıl razı gelebilirdi çocuğuna ‘Mart’ isminin konmuş olmasına, hem de böyle bir memlekette. Yani bu dünya üzerinde tanıdığı herkes ona Mart diye sesleniyordu ama belki sen başka bir isim bulurum umuduyla bir adım daha atmış olmalısın.
Ellerinin acıdığı yerlerde saçların devreye giriyordu,
bazen de ellerini saçlarınla tutuyordun.
Ton balığını seviyordu, saat takıyordu, çişini tutuyordu sonra karnı ağrıyordu.
Çok farklı intikam alma yöntemleri vardı ve bunlar aklına yatmıyordu.
Zaman geçiyor, bazen de hiç geçmiyordu.
Yeşil bir kanepe istiyordu,
yeşil bir odada,
üzerinde iki sevgili,
dizlerinde inceden bir örtü,
kimse konuşmuyordu,
bir şeyin yası tutuluyordu ve bütün bunlar bir duvarda asılı duruyordu.
Bunları anlatırken avuçları terliyordu,
hayali kurulan bu oda bir parktan çok bir köstebek inine benziyordu.
Bazen konuşuyor, bazen susuyordu.
Gözlerini bir noktaya sabitlemekte zorluk çekiyordu,
gözbebekleri titriyordu, gerçekten.
bu titremelere acıman beklenirken, sen duruyordun.
Ama bir kadın olarak öyle ya da böyle bir şeylere acımak zorundaydın,
ne kadar acırsan o kadar kadın oluyordun.
Gözlüklerinin çerçevesini sayısız kere turluyordun,
yakışmadığına karar veriyordun.
Sen bütün odaları toprak renklerinde seviyordun zaten,
sana benzemiyordu,
sen de sana benzemiyordun bir nebze bile olsa.
Mart bir aydı ve geçti,
gerisini zerre umursamıyordun.