“Bilinçdışı A’utre yani Büyükbaşkası’nın söylemleridir” diyor Lacan.
Sana vuran ışıkta bir başkasının gölgesini görmek gibi.
Peki kim bu Büyükbaşkası?
Zaman tedbirleri,
kendi olmayı tercih edenin tahkir edilmesi,
günah telkinleri,
sevap tahminleri,
mutlu an tacizleri,
iyinin tahribi,
kötünün tatbiki…
Bütün bunların bize ömrümüz boyunca adeta hiç duymadığımız bir ses tarafından söylenmesi.
Durmadan, dinlenmeden tekrar edilmesi, belletilmesi, bellekte yer etmesi.
O “Büyükbaşkası”ndan fırsat kalıp da kendimize bakabildiğimiz bir anda bile,
iyi ve kötü günde kendi hayatımızın ama en çok da kendimizin yanında olabildiğimiz bir anda bile,
bir ırmak gibi kulağımızın arkasından neden şu ses akar durur:
“boş yere geçti hayatın
boş yere geçti hayatın”
Sizi bilmem de,
ben her zaman suçu ilk önce ve en çok kendinde arayanlardan oldum.
Öyle yetiştirildim.
Kendi kuşağımdan dostlarımla konuştuğumda onların da benim gibi olduğunu fark ediyorum.
Bu keşif hazin,
böylesi uyanışlar insanı sarsıyor.
Yol, nasılsa dönüp dolaşıp kendine çıkıyor.
Bir toprağı ötekinden ayırmak için delilik mertebesine kurulmuş olmalı insan,
havayı bölüp “hava sahası”na dönüştürmek içinse vesayetini teslim kağıtlarını imzalamalı önce.
İçerideki kavgalar, dışarıdakinden daha kanlı.
Haliyle de iç dünya dış dünyadan büyük.
Tek bir insanın içine attıkları ile kaç yeni kıta bir mazi sahibi olur, biliyor musunuz?
Başkaları zaten büyük, sırf “başka” olduklarından.
Acı temkinleri,
kırılma korkusu,
durduruyor.
İltifatlar etmek için erken,
övgüler için hep erken,
neden kötü yerine iyiyi yüzüne vurmuyoruz insanların?
Suyun yoluna konan taş, uzun ömürlü bir efervesan tablet gibi,
öyle ya da böyle eriyip gider.
Bu nedenle vazgeçmemek daha iyi, başka bir dünyanın hayalini kurmak da.